Cuma, Kasım 29, 2013

XI. Uluslararası Etnobotanik Sempozyumu
2-5 Kasım 2013, Antalya


İlki 1999'da Costa Rica'da gerçekleştirilen, etnobotanik ve ilişkili alanlarda bilimsel çalışmaları yaygınlaştırmayı amaçlayan Etnobotanik Sempozyumunun 11. si Antalya'da gerçekleştirildi. Organizasyonunu Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi'nden Doç. Dr. Alev Tosun'un yaptığı sempozyuma 30'u aşkın ülkeden 150-200 kişi katıldı. Avrupa ve Latin Amerika'dan oldukça az sayıda bilim insanı olmasına karşın Çin, Kore, Malezya, Endonezya, Tayland, Pakistan ve Hindistan'dan katılım ağırlıktaydı. Beldibi Paloma Renaissance Otelde gerçekleştirilen sempozyumda sunumlar daha çok farmakognozi ve bitki kimyası alanındaydı. Son yıllarda yaygınlaşan, beş yıldızlı otellerde gerçekleşen kongrelere katılım yerli akademisyenler için ne yazık ki giderek zorlaşıyor, hele öğrencilerin katılımı TÜBİTAK ve benzeri kurumlarca desteklenmezse çok sınırlı kalıyor. Türkiyeden katılım olasılıkla bu nedenle oldukça sınırlıydı. Katılımın maddi yüküne karşın günübirlik de olsa Giresun'dan gelen Rıdvan Polat ve Konya'dan gelen Osman Tugay'ı görmek çok sevindiriciydi. Eskişehir'den Neş'e Kırımer ve Fransa'dan Michele Nicolas'la yeniden görüşmek de öyle. Ege Üniversitesi ekibi altı kişiyle en kalabalık ekipti, dirençleri, veri tabanı projeleri ve posterleriyle sempozyuma renk kattılar. Türkiyeli katılımcıların etnobotanik sunumları ve posterleri bu alanın Türkiye'de geldiği noktayı göstermesi bakımından çok sevindiriciydi. Umalım ki bundan sonra yapılacak etnobotanik başlıklı toplantılarda farmakognozi yerine ağırlık etnobotaniğe verilir.

Açılış konuşmasında Anadolu'da prehistorik dönemden günümüze etnobotanik izlerini sürmeye çalıştım. Yabancı katılımcılara yönelik olarak Anadolu'nun binlerce yıllık çok renkli, çok katmanlı bitki kullanım mirasını 40 dakikada özetlemem gerekti. Ancak Endonezyadan katılan Ramadanil'in Endonezyayı oluşturan 17.000 adadan biri olan Sulawesi adasında etnobotanik araştırmalar konuşmasını dinlerken benim miras zenginliği kavramım da epey sarsıldı. 11.000'i aşkın bitkiyi, üç bitki kuşağını içermesi ve kültürlerin geçiş noktası olması gibi nedenlerle Anadolu'nun bio-kültürel çeşitliliğinden ve zengin mirasından dem vururken, Endonezya'nın 25.000 çiçekli bitkiyi, 400 etnik grubu, 650 dili ve 47 ekosistem tipini kapsadığı bilgisi çarpıcıydı. Hani demişler ya, 'mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var!'.

Zohara Yaniv- Aktar- Kudüs 2000
Haşhaş bitkisi
Afife Mat'ın Osmanlı imparatorluğu'nda afyon'un tarihi, Ayşe Mine Gençler-Özkan'ın Türkiye'de kullanılan şifalı çaylar ve Yeter Yeşil'in Türkiye'de yeni gelişen etnobotanik koleksiyonlarından bahseden sunumları; D. Crandall'ın Namibia'da Himba topluluklarındaki hastalık kavramları, B. Rendon Aguilar'ın Meksika'da %80'i endemik olan 800 tür kaktüsten meyveleri yenen iki türün doğada ve farklı yetiştirme koşullarında karşılaştıkları sorunları ve verimlerini kıyaslaması, Zohara Yaniv'in İsrail'deki Etiyopya ve Yemen musevilerinin geleneksel tıp uygulamalarını kıyaslaması ve G. Abdolbaset'in İran'da salep toplayıcılığı ve ticareti ile ilgili sunumları akılda kalanlardı.

Habib Ahmad, Pakistan'da etnobotanik çalışmaların tarihçesi ve günümüzdeki durumu özetlediği konuşmasında farmakognozi çalışmalarının ağırlıklı olduğunu, 7 üniversite ile 7 merkezde (resource center?) etnobotanik eğitimi verildiğini ve yüzlerce eğitilmiş etnobotanikçinin ülke çapında çalışma yaptığını anlattı. Türkiye'de 'yüzlerce eğitilmiş etnobotanikçi', eğer eğitimden kasıt iki günlük temel kurslar ve lisans eğitimi sırasında alınan bir etnobotanik dersi değil ise, henüz bir hayal. Ama güzel bir hayal, bir gün belki Türkiye etnobotaniği ile ilgili bir sunumda böyle bir cümle kurmaya cesaret edebilirim. Düş kurmak gerekli ve iyidir.



Cumartesi, Ekim 05, 2013


Karadenizin yaman arıları, arıcıları ve bize öğrettikleri

Arıcılık zor zanaat heryerde, ama Doğu Karadeniz'in vadilerinde, örneğin Kamilet Vadisinde daha da zor arıcı olmak. Şu şelaleye bir bakın ve resmin sağ üst köşesindeki arılığa... Görmesi bile zor, alttaki foto tele ile yakınlaştırarak çekildi ki karakovanlar ve merdiven kısmen görünebilsin. Yağmur ve şelalenin yarattığı buğu nedeniyle net değil görüntü. Kayalar ıslak, yosun ve eğreltilerle kaplı. Oraya çıkmayı denemedim bile. Bu bölgeye özgü Kafkas arılarının bu sarp vadilerde binbir tür çiçekten aldığı nektar ve polenle oluşturdukları balın tadı, kokusu bir başka; ama belki de balın tadı, ona verilen büyük emek nedeniyle bunca özeldir,  benzersizdir.
Hemşinli arıcı Yusuf Coşkun dedi ki: 'karakovanın arısı özgürdür, hevesli çalışır. Kendi istediği gibi çalışır. Boyuna, enine yapabilir peteğini, rüzgara göre... karakovanın eskisini tercih eder arı, güve oymuşsa hele... mum tutturması kolay olur. Arı delikli tahtaları sever'. Belki ağaç kovuğuna benzetir arılar bu karakovanları... ve öyledirler gerçekte. Ağacın, tercihen ıhlamur ağacının gövdesinin oyulmasıyla yapılan bu kovanlar kışın sıcak olurmuş, yazın da nöbetleşe kanat çırparak havalandırır, serinliği sağlarlarmış arılar.

Yusuf Coşkun, arılarını gözleyerek uzmanların bizi uyarıp durduğu 'iklim değişimi' ve diğer 'ayak izlerimizin' bölgede yarattığı değişimleri/ sorunları da aktardı Başköy yaylasında yaptığı sohbet toplantısında. Ona göre: 'Son üç yılda (2011-2013) ani bir değişim oldu. Bitki örtüsünün (orman gülünün) üstü kapandı, barajlar da havayı etkiledi, böğürtlen arttı ve orman altı bitkilerini örttü. Eskiden orman gülünü sağardık önce, sonra kestane alırdık. Hava geceleri soğuk şimdilerde, gündüzleri ısınıyor, ama gece soğukluğu bitkilerin çıkaracağı balı engelliyor. Ekolojik yaşamın bozulması, deterjanlar, çöpler ve benzerleri de arıları etkiliyor. Büyükbaş hayvancılığın azalması, keçilerin azalması olumsuz değişimler. Keçiler mesela karayemişin üstünü yerlerdi, budanmış olur, tazelenirdi. Göçmen kuşların göç yolları da değişti akarsular üzerine yapılan barajlarla. Borçka tarafına barajlar yapılıyor mesela oradan geçen kuşlar yolunu değiştiriyor. Eskiden arıkuşu yoktu, şimdi geliyor, 100-150 arı yiyor herbiri... 25 Ağustos gibi geliyor. Başka yerlerde yedikleri çekirdekleri de getiriyorlar ve burada yeni, tanımadığımız ağaçlar çıkıyor. Kışlar yumuşak geçiyor, o da iyi değil arılar çalışmaya devam ediyor, dışarı çıkıyor. Bulana dek arıyor, acıkıyor, yoruluyor, daha çok bal tüketiyor'...


Cennetköy'de Fikri Abdoğlu bize karakovanlarını açtı, oğul alırken delikli kamışa yerleştirdiği ana arının sırrını anlattı. Şu alttaki kamıştan yuvaya yarıklar açılmış ve ağzına da bir küçük tıpa eklenmiş. Oğul döneminde bir haftalığına ana arıya ve iki de işçiye yuva olarak üretilmiş. 
Karakovan yeni bir kovansa özellikle tercih ediliyor bu kamış. Daldan aldıkları oğulu kovana silkelemeden önce bir örtüye silkeliyorlar, anayı bulup yuvaya yerleştirip sonra yuvayla karakovanın içine koyuyor, üstüne oğulu döküyor/ silkeliyorlar. Ya da zaten silkelemeye bile gerek kalmadan anasını takip ediyor arılar. Anayı beslemeyi sürdürüyor arılar kamışın yarıklarından... bir hafta sonra ana, kovana alışıp çalışma başladığında çıkarılıyor kafes-yuvasından ve yavru atmaya başlıyor.
Karadenizli arıcıların çeşitli sorunları var sarp doğaya, değişen iklim-çevre koşullarına, kuşların, bitkilerin farklılaşmasına ek olarak. Arıcılar arasında eskiden varolan sözsüz yasalarda da değişimler olmuş. Örneğin 'oğulu kim görürse onun' denirmiş ama, aması var...  Kovanlara 'oğul çekici maddeler' koyanlar artmış, boş kovanlarını getirip içine de melisa ve binbir çeşit 'arı ayartıcı kokulu madde' konulduğunda kimi arıcının tepkisi çok sert olabiliyor. Bu işi kendi bölgesinde, arılığında, kendi arılarından çıkan oğulu çekmek için yapmak kabul görüyor bir ölçüde, ama hiçbir şey koymamak gerek arı çekmek için denildi.

Perşembe, Ağustos 29, 2013


GOLA 8. YEŞİL YAYLA FESTİVALİ
16-18 Ağustos 2013

GOLA Kültür Sanat ve Ekoloji Derneği bu yıl sekizinci kez ‘ya nasip ya kısmet...’ deyip Kaçkar Dağlarının eteklerinde Artvin ve Rize yaylalarında gerçekleştirdi festivalini. Her yıl Doğu Karadeniz Bölgesinin başka bir kültürel değerini ortaya çıkaran festivalin bu yılki teması ‘Arılar ve Geleneksel Arıcılık’ idi. Geçen yılki 'geleneksel meyveler' çalışmaları sırasında kendiliğinden doğmuştu arıcılık teması. Balın bölge için önemini vurgulamıştı her konuştuğumuz kişi. Bal ve kovanları önemliydi, o nedenle meyve ağaçlarını ilaçlamaktan kaçınıyor ve ilaçlamadan, kendiliğinden meyve veren yerel ağaçları tercih ediyorlardı. Bu ilişki önemli bir yerel değeri, yerel meyveciliği korurken ilaçsız, sağlıklı bal üretmeyi, sağlıklı arı nesilleri yetiştirmeyi de mümkün kılıyordu. İşte o nedenle yüksekti Karadeniz balının fiyatı... Bu yıl yine ya nasip ya kısmet yağmura çamura inat çıkar mıyız o yaylalara dedik, çıktık yola ve en önemlisi inebildik aşağıya. Yeşille yoğrulmuş, ağzımız balla tatlanmış, kulaklarımızın pası Kardeş Türkülerle, Karadeniz Kadın Korosuyla silinmiş döndük evimize, gelecek yılın temasını merakla bekleyerek...

GOLA ekibi arılar gibi çalışkandı yine, yaratıcıydı, coşkuluydu, çevrelerine, yerel kültürlere, doğaya saygılıydı ve yine bir olmazı başarıp uzaklardan gelen onca kişiyi erişimi zor yollarda, yaylalarda aksaksız bir festivalle ağırladılar. Eka Başkan Refika, Kutay, Birol Topaloğlu, Cennet’ten Yücel hoca (Yıldırımkaya) ve genç gönüllüler olmasaydı bu bölgeyi biraz da olsa yakından tanımamız, sevmemiz, dostluklar kurabilmemiz olanaksızdı, hepsine en içten teşekkürler. Fındıklı'da bizi ağırlayan yurt yönetimi ve çalışanları da yine olağanüstü ev sahipliği ettiler. Bu yıl gözlerimiz Taner ile Caner’i aradı, eksikliklerini hissettik. 
Her gittiğimiz vadide, yaylada insanlar güler yüzle bize kendi geleneklerini aktardılar, ballarını tattırdılar, kara kovanlarını gördük, kuzinede pişmiş mısır ekmeği, hamsili ekmek yedik. Karadeniz insanının karakovanları ne zorluklarla kayalara, arılıklara yerleştirdiğini, balı ne zorluklarla hasat ettiğini gözledik. Yine her fırsatta tulum sesi duyulunca horona katıldı bilen bilmeyen. Ortacalar'daki Çifte Köprülere saygı duruşunda bulunduk, Fırtına Deresi sesiyle büyülendik...


Sevinçler, keyifler, horonlar kadar acıları da paylaştık bu yıl. Bu festivalin hazırlıkları sırasında elim bir kazada kaybettiğimiz arıcı İlyas Can’a adanmıştı festival. GOLA ekibinden İlkay Nişancı’nın hazırladığı İlyas Can belgeselini, Kamilet Vadisindeki kendi mekanı Mençuna Restoran’da, eşi Resmigül, oğlu Erkan ve güzelim kızlarıyla birlikte tüm katılımcılar ağlayarak izledik. 1955’te Arhavi- Arılı (Papilat) köyünde doğan İlyas’ın belgeselde anlattığı Kamilet Vadisinin ve burada sürdürdükleri doğal arıcılığın bir başka HES inşaatı tehdidi altında olduğunu da ağlayarak gördük. Ağaçların kesildiğini, iş makinelerinin bu zorlu doğadaki nazik dengeyi mahvetmekte olduğunu içimiz yanarak izledik. Mençuna şelalelerine giden yola dizilmişti jandarma, neden orada olduklarıysa belirsizdi... Bu doğa, buradan elde edilen bal, eko turizm ile HES’in getirisi, götürüsü hesaplanmakta mıdır? Hadi çevre insanını bir yana koyalım, belki onlar gidecek yer bulurlar, ama bu derelerde ve çevresinde yaşayan balıklar, bitkiler, kuşlar, sülükler, börtü-böcek ne olacak? Yüzyılların oluşturduğu toprak-su dengesini bozunca seller olacağı kesin, sizin teknolojiniz bunu engelleyebilecek mi? Bu ülkeyi son deresine dek talan edince nereye göçeceğiz hep birlikte? Yerel halka bu HES'i isteyip istemedikleri soruldu mu? Ne getirir, ne götürür anlatıldı mı? ÇED yapıldı mı?

Kamilet Vadisi'nde İlyas Can'ın eşi ve kızları bize öyle ballı lezzetler tattırdı ki her yıl gelmek şart oldu. Bal pekmezi, ballı tavalama ve ballı ekmeği kuzinede pişirip ikram ettiler. Keşke vadileri bu HES ile bozulmaya, ağaçları kesilmeyip, doğası altüst edilmeyeydi de keyifle geleydik ziyarete her yıl. 
Bu yıl 20.yılını kutlayan Kardeş Türküler Arhavi'deki Gösteri Merkezi'nde müthiş bir konser sundular ve her dilde barış umudunu paylaştılar bizlerle. Nice yirmi yıllara, sağolun, varolun. Konserin ortalarında sahneye çıkıp önde çömelen iki genç bir an herkesin soluğunu kesti, kimdiler, niye oradalardı? Sonra kollarını kaldırıp bedenleriyle türküye eşlik ettiklerinde coşkuyla ayağa fırladık. Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğundan bu iki dansçının halayı herkesi büyüledi. Başköy yaylasında gerçekleştirdikleri dans atölyesi de beden dilinin nasıl güçlü bir araç olduğunun ispatı gibiydi.
Öyle çok etkinlik sığdırılmıştı ki bu üç güne ve her biri öyle hoş, öyle yaratıcıydı ki hangi birini yazayım, neyi anlatayım tereddüt içindeyim. Başköy Yaylası deyince Denizhan Özer küratörlüğündeki land art/ arazi sanatı ürünlerini anmamak olamaz. Sevgili arıcı dostum Debra Roberts ile bu eserlerden birinin yanında resim çektirmekten kendimizi alamadık. Başköy yaylasında benim için en çarpıcı, en unutulmaz anlardan biri de Kardeş Türküler kadınlarının, kadınlar tarafından yakılan türküleri seslendirmeleriydi. Feryal ve Fehmiye'nin yorumları, katılımcıları türküye katmaları ve tüm ekibin uyumu olağanüstüydü. Mine Kalaycı ile Güler Topaloğlu da birer destanla Karadenizli kadınların sesini yükselttiler. Aynı sahneyi daha sonra Emre Pehlivanlar ve Ali Baran paylaştı, güneşi onlarla batırdık Başköy'de... Arhavili genç sanatçı Emre'nin bestesi 'sen çiçek ol ben arı' şarkısı da festival temasıyla çok uyumluydu.
Çocukların festivale katılımı da bu yıl çok iyiydi... Gola Çocuk Korosu Lazca şarkılarıyla, Ordu'dan gelen Deniz Yıldızı Zihinsel Engelliler Derneğinin Ebruli Ritim Grubu ve Şafak Velioğlu'nun Cennet Köy çocuklarıyla oluşturduğu Geridönüşüm Ritim Atölyesi ritimleriyle, yaratıcılıklarıyla herkesi hayran bıraktılar. Tüm emeği geçenlere, çocuğundan yaşlısına bir kez daha sevgiyle, saygıyla teşekkürler... Karadenizde öğrendiğim birçok etno bilgi, arıcılık notları ve fotoğraflar başka yazılarda yer arayacak kendisine...


 

Perşembe, Şubat 28, 2013

             DÜNYANIN EN GÜZEL SAÇ TOKASI

Etnobotanik konulu çalışmaları okumak herzaman yeni şeyler öğretiyor. Geçen gün epey gecikerek de olsa Yeter Yeşil'in Kürecik- Malatya konulu (İÜ Eczacılık Fak. Doç. Emine Akalın yönetiminde) yüksek lisans tezini (2007) okuyordum. Yeter, Kürecikli imiş, kendi doğup büyüdüğü topraklarda halkın bitki kullanımını araştıran bir tez yaparak oldukça zor bir işi başarmış. Pek çok ilginç veri vardı ama rastgeldiğim bir toka resmi beni büyüledi. Yeni Türkiye Bitkileri Listesi'nde kağıtçiçeği olarak anılan, ancak Kürecik'te yerel adı olmayan Xeranthemum annuum ve Xerathemum cylindraceum meyvelerinin çocuklar tarafından armut yaprakları üzerine geçirilmesiyle oluşturulan tokayı etnobotanik sevenlerle paylaşmak istedim. Yeter'e yazıp sordum, izin verdi ve bir de kullanım resmi gönderdi. Bu güzelim tokayı tasarım yarışması olsa 'en güzel toka' seçerlerdi eminim. Yeter Yeşil'e doktora çalışmasında başarılar diler, bu resimleri paylaşmama izin verdiği için ayrıca teşekkür ederim.



Cumartesi, Şubat 23, 2013





                    ANTALYA'DA YAPILACAK ULUSLARARASI ETNOBOTANİK SEMPOZYUMU DUYURUSU

Latin Amerikalı etnobotanikçilerin 1999'da Costa Rica'da başlattığı yıllık sempozyumlarının 11. sinin bu yıl Antalya'da yapılacağını sevinerek öğrendim. Geçen yıl Cambridge'de, 2011'de Lima/Peru'da ve 2010'da Portekiz- Lizbon'da gerçekleşen sempozyumların 2013 yılı toplantısının Türkiye'de yapılması öngörülmüş. Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi'nden Doç. Dr. Alev Tosun'un başkanlığında 2-5 Kasım 2013'de Antalya Paloma Renaissance Resort'da düzenlenecek uluslararası sempozyumun teması 'halk tıbbı ve kültürlerarası tıbbi uygulamalar'. Bu sempozyum bize Latin Amerikalı ve ağırlıkla İspanyolca konuşan meslekdaşlarımızın çok değerli çalışmalarını dinleme, izleme, verilerimizi, yöntemlerimizi paylaşma olanağı sunacak. Ortak dil İngilizce olacak. Arkeobotanikten tıp tarihine, besi üretiminden halk tıbbına çok geniş bir yelpazede birbirinden ilginç sunumlar dinleme olanağı bulacağımıza eminim. Aralarında sevgili arkadaşlarımız Prof. Dr. Hayri Duman, Doç. Dr. Ayşe Mine Gençler, Dr. Gülderen Yılmaz'ın da bulunduğu düzenleyici üyelere ve tüm komite üyelerine en içten başarı dileklerimi iletirim.
Tüm ayrıntılar ve ilk duyuru broşürü için bakınız: www.ethnobotany2013.com

Pazartesi, Ocak 28, 2013

Ürdün'den birkaç bitki:  
1) Calatropis procera

 
Ürdün'ün güneyinde Ölü Deniz civarında Safi Köyü yakınlarında yol kenarında iri meyveli tanımadığım bir ağaç görünce durduk. Meyveleri iri greyfurt büyüklüğünde ve sarımsı renkteydi. Üçlü, dörtlü gruplar halindeki meyvelere uzanıp dokununca içlerinin boş olduğunu farkettim. Çok şaşırtıcı bir deneyimdi. Ağaçlar birkaç metre yükseklikte, iri yaprakları ve meyveleriyle görüntüsü çok hoş. Meyveyi hafifçe yarınca içinde pul gibi dizilmiş tohumları görünüyor.  Kuzey ve tropikal Afrika, Batı ve Güney Asya'ya özgü bu bitkinin Asclepiadaceae familyasına ait
Calatropis procera olduğunu, Arapça adının da
‘ushr' olduğunu öğrendim arkeobotanikçi arkadaşımdan. Tohumlar olgunlaşınca ortadaki lifler yastık doldurmakta kullanılırmış. Wikipedia'yı açınca şahane çiçeklerinin de fotoğrafını buldum. Sodom Apple, Sodom elması adıyla anıldığını, Romalı Yahudi tarihçi Josephus tarafından ilk kez Sodom'da bulunarak tanımlandığını da oradan öğrendim. Sadece Ürdün ve Filistinde değil, Jamaica'da da meyvelerinin içindeki liflerin yastık doldurmakta kullanıldığını öğrenmek de ilginç geldi bana.

2) Amman Pazarından bir sebze

Amman'da merkezdeki pazarda tanımadığım yumrulu bir sebzeyi fotoğrafladım. Biryerlerden tanıdık geldi, ama çıkartamadım. Eve dönüp fotoğrafı gösterince Carol 'taro' dedi. Colocasia esculenta dedikten sonra hah dedim, bu bizim golegaz ya da kolakas. Yeditepe'den sevgili öğrencim Talar Pesen'in ödevinde anlattığı sebze. ICEB 2005'te Peter Matthews'un İtalya'dan başlayarak tüm Doğu Akdeniz ülkelerinde bulduğu ve çok ilginç bir makale olarak sunduğu aynı sebze. Araceae familyasından bu sebze sınırlı miktarda güneyde yetiştirilmekte, ancak 
Kıbrıs'ta, Mısır'da çok yaygın bir gıda.
3)  Amman pazarından bir meyve: Bu sarı, iri meyveler de yabancı geldi. Greyfurt desem değil, kavun desem yapraklar farklı. Citrus olduğu kesindi de neydi? Cevap yine Carol'dan geldi: Pomelo ya da Arapça adıyla Bomeli: Citrus maxima. Örnek olarak aldığım meyveyi kesip yedik. Çok iri kabukların altından irice limon dilimleri çıktı yassı çekirdekleriyle. Sulu kısmı sarmalayan ince kabuk da yenmeyecek kadar sertti, ancak iç kısım oldukça lezzetli, portakalla greyfurt arası, tatlı bir lezzete sahipti. Afiyetle yedik hiç değilse birini.
Ölü Deniz'de Um-Ahmad'ın bahçesinde bir gün

Um-Ahmad, yani Ahmad'ın annesi ya da esas adıyla Süleyma, Güney Ürdün'ün Safi köyünde yaşayan, altı çocuklu, kocasından ayrılmış bir çiftçi. Kocası nerde diye sordum, köydeymiş başka kadınla evlenmiş. Toprağı yok Süleyma'nın, köyde yaşamayan birinin toprağında yarıcı olarak çalışıyor, bahçesinin ürünlerini gelenlere satarak geçiniyor. Kocaman bir bahçe yaratmış, belki 10-15 dönüm ve inanılmaz çeşitlilikte sebzeler yetiştiriyor. Artık yorulduğunu, belki seneye toprağı işlemeyeceğini söylediğinde buna inanmak çok zor, öylesine fişek gibi, durup oturamayan bir kadın.
Keçileri var yolun öteki yanında, bizi götürüp gösterdi tek tek. Keçiler iki çeşit, bir kısmı uzun kulaklı, çenelerinin altında belirgin iki mememsi torba var. Burunları çıkıntılı. Keçileriyle resmini çekmemizi istedi, onları çok seviyor ve kıvanç duyuyor belli ki. Satıştan artan yaprakları, sapları sık sık toplayıp onlara götürüyor. Nasıl ki bir tavuğun hiçbir parçasını atmazsak bir bahçede de hiçbir şey ziyan olmaz diyor.
Süleyma eğitimsiz, ama akıllı, çalışkan ve becerikli. En küçük oğlu ona yardım ediyor etmesine de Süleyma bahçeye yolladığında söylediği ürünü bulup getiremiyor. Süleyma kızıyor, kendi gidip eteğine, bohçaya, plastik sepete doldurup getiriyor istenenleri. Kefeleri olmayan bir terazide tartıyor lahanaları, turpları ve cümle zerzavatı... Gelenler bahçeden istediklerini koparıp yiyor, izin isteyen yok.
Süleyma'nın bahçesi mevsimsiz, Ölü Deniz'in güneyinde, denizden 400 metre aşağıdaki bu arazide mevsimler kaybolmuş. Ocak ayının ortasında bahçesini ziyaret ettiğimizde bir yanda domates, biber, patlıcan, bezelye, yeşil soğan ve balkabağı; öte yanda karnabahar, brokoli, turp ve lahana yanyana büyümekte, hasat edilmekteydi. Baklalar çiçekteydi, neredeyse kavun tohumlarını dikecekti, sırık fasulyeleri tohumluğa ayırmıştı. Karahindibaların tohumlarını toplayıp bahçesinde yetiştirmiş, ebegümecilerse tarla arsız otu olarak heryerde büyümüş. Bir koca tarla arapsaçı vardı, iri yumrularını soyup ikram etti. Bezelye, roka, domatesleri sıra aralarında gezerken toplayıp atıştırdık herkes gibi.

Süleyma başı dik bir kadın, karışık ekmiş ürünleri ama herbirinin nerede yetiştiğini, hangilerinin olgunlaştığını, hangisinin tohumunu nerden aldığını nasırlı avuçlarının içi gibi biliyor. Onu iyi tanıyan iki araştırmacı kadınla gittik ziyaretine, 'biz bir ekibiz' dedi. Ekip üyelerinden biri İngiliz bir arkeobotanikçi, diğeri ailesi Anadolu'dan gelip Ürdün'e yerleşmiş bir Ermeni antropolog. Beni Um-Ahmad'la tanıştıran dostlarıma sonsuz teşekkürler. Bahçeme geri dönüp topraktan ancak baş vermiş bezelyeleri, hala büyüyemeyen kıvırcıkları, boyları bir karışı bulmamış yeşil soğanları görünce Um-Ahmad'ın mevsimsiz bahçesine özendim. Ancak burada kış olmasa ne ben seyahat edebilirdim ne de oturup yazı yazabilirdim diye teselli ettim kendimi.